20100105

SPARK/ HALİLULLAH İBRAHİM

HANİFLİK ve Kelime-i TEVHİD
HALİLULLAH/HALİLURRAHMAN
HANİF DİNİN KURUCUSU
İBRAHİM§ (Abraham-avram)

Sevgideğer Hanifler.
Allah kuşkusuz "YALNIZ"dır.
Kimseye gereksinimi yoktur.
Kuşkusuz böyledir.

Ancak, Allah sanki kuralı bir kulu için ayrıcalıklı kılmıştır.
Allah'ın BİR TEK DOSTU VARDIR
DAHA ÖNCE YOKTU ve DAHA SONRA HİÇ DOSTU OLMAYACAK.
Hal böyleyken, Hz. İbrahim için bu ayrıcalık neden var?

Halilullah İBRAHİM
‘Hem elçi hem değil’

Müttekilerin yani Allah’tan en çok korkanların en başı
Mukarrebun olarak “Hanif makam” sahibi ve
Sabıkun olarak “Makamı İbrahim’in özel sahibi İbrahim§dir.
 
Niçin böyle ayrıcalıklıdır?
 
Âyetlerdeki yanıtlar çok açık:
ALLAH’ı aklen bulma borcunu ödeyen tek insan İbrahim§ ilan edilmiştir.
İbrahim§ Allah’ın dostu=“HalilürRahman” olmuştur.
 
Niçin İbrahim ve neden Haniflik?
 
Bu “niçin ve neden” sorularına bir bilim adamı olarak yanıtım olmamalıdır.
Bilimin görevi “nasıl” sorusuna yanıt vermektir..

ALLAH’ı bulmayı akleden biricik insan İbrahim§ bir bakıma ne elçidir ne de değildir. Nedeni çok şaşırtacaktır.
 
Çünkü Allah’ın yeryüzüne gerek Cin gerek insan olarak atadığı tüm diplomatları yani Allah elçileri, ta ezelden seçilmiştir.
 
Ancak, bu elçiler listesinde adı yazılı olmayan tek kişi, hem sonradan elçi olmuş, hem Allah’ın tek dostu olmayı haketmiş İbrahim§dir.

Bu gizemleri, İbrahim§in kökenlerine dek bilmek için âyetler dışı bazı kaynaklarımız var.
 
Brahm dininin egzotik putlarının imalatçısı tüccar babası Azer ile birlikte 13 yaşında Önasya’ya gelen İbrahim§ put imalatçılığı ve tüccarlığından inanılmaz bir servet oluşturan babası Azer’in tek çocuğu olmasına rağmen, onca zenginliğin değil başka bir arayışın peşine düştüğünde hâlâ 13 yaşındaydı ve gözü hiçbir şey görmeksizin babasının pahalı putlarını kıracak kadar kararmıştı.
 
Putları geceleyin kırıp, balyozu da büyük idolün kucağına bırakarak, babasına “Büyük put, ötekileri paramparça etti” diye yalan bile söylediği âyetlerde yer almaktadır.
Yine âyetlerden biliyoruz ki, genç İbrahim§ kendiliğinden “Evrensel Allah”ın peşine düşmüş, bu uğurda “Güneş, Ay ve Yıldızlara” secde etmiş ama hepsinin yaratan değil yaratık olduğunu ve “Kayıp kozmik tanrı”yı temsil edemeyeceğini kavramıştı bir kere...
 
Her geri çevrilişinde yeniden arayışını sürdürüp deneme-yanılma-doğruyu bulma yöntemiyle her şıkkı arıyordu.
 
Zig-Zag kapalı devre yayınlarından Hızır Tezkiresinde, “Aradığı Tanrının görünmemesi” gerektiğini aklettiği ve şöyle isyan ettiği yazılmıştır:
 
“Aklımla biliyorum ki beni aklımla birlikte yaratansın, sen varsın, beni duyarsın. Çık ortaya, ben seni arıyorum, sen 13 yaşında bir çocuk olan benden kaçıyorsun!”
 
Bu öylesine bir takıntı haline gelmişti ki, Allah, 24 saat kendisini tahkik eden bu kulunu diğer kullarından daha çok severek, onun aradığı işaretleri göndermeyi, biraz da kulunu daha çok sınamak için peşpeşe verdi.
 
Cebrail “Ben senin rabbinim”diye indi.
 
Henüz Allah elçisi bile olmayan çok genç İbrahim§e ALLAH kural-dışı olarak Cebrail’i gönderdi ancak daha 13 yaşında en büyük aklın sahibi İbrahim§ “Sen benim tanrım olsaydın böyle tenezzül edip, karşımda bulunmazdın. Sen benim tanrım olamazsın, belki de şeytansın, ben hala tanrımı arıyorum, her kimsen aradığım sen değilsin!” diye Cebrail’i bile reddetti.
 
Çünkü Haniflik Allah’ı bile sorgulayıcılıktır.
 
Ayetlerden genç İbrahim§in kalbinin asla mutmain olmadığını anlıyoruz. Sonunda Allah yine kural-dışı olarak, liyakatinden dolayı İbrahim§i Resul seçtiğini bildirdi.
 
İbrahim§ elçi olmadığı halde elçi oldurulmasına bile o kadar da sevinemedi.
Çünkü kalbi mutmain olmuyor, adını koyamadığı bir şey daha istiyordu.

Allah kuşkusuz kalplerin okuyucusudur ve her şeyin adını koyucudur.
 
“Hızır Tezkiresi” bu konuda şöyle yazıyor:
“Yüce Allah, elbette ezelden beri kendini aklen bulan İbrahim’e elçilik payesi vereceğini biliyordu. Hiç bir ilahi etki telkin etmeden, tam tersine gizlenerek kendisinin peşini bırakmayan İbrahim’in aklı, toplam insanlardan daha çok Allah ile meşguldü. Allah’tan onun kadar korkan bir kul daha gelmemiştir, belki de gelmeyecektir. Bu inanılmaz bir imtiyazdır.”
 
Öylesine üstün bir akıl sahibinin elçilikle ödüllendirilmesi mutmainliğinin teskin edilmesine yetmiyordu.
 
İbrahim§in adını koyamadığı tatminsizliğin adını Allah koydu:
‘Ey İbrahim sen Veliullah dostum olur musun?’
 
İbrahim§ yine sıkıntılıydı:
‘Kuşkusuz senin tüm Resullerin dostun evliyaullah’tır. Ancak Allah varlığını araştırmadan vahy yoluyla zaten inanıp, hazıra konuyorlar. Ben seçtiğim için Allah dostu veli-ullahlık istemiyorum. Senin beni arkadaş, dost edinmeni istiyorum, velilik eksik kalsın!..”
 
Yüce Allah:
“Bunu sana vermem için bir bilmeceyi çözmelisin:
Karşılığında bana ne vereceksin?” diye sordu.
 
İbrahim§in akıllı yanıtı bilmeceyi çözdü:
“Sana aşk laubaliliği dostluk (Rahim) değil,
sana ilmi saygımı yani korkmamı (Rahman) sunacağım”
 
Tek ve dolayısıyla yalnız olan Allah, bütün geçmiş-gelecek kulları arasında bir istisna yaptı. Örneğin kulları Allah’ı Rahim olarak seçtiklerinden dostu=Veliullah, mevlana olmuşlardı.
 
Bu kez kulları seçtiği için Allah onların dostu değil, bizzatihi ALLAH seçtiği için İbrahim kulunu HALİL ÜR RAHMAN=Allah’ın tek dostu ve özel biricik arkadaşı olarak payelendirdi.

Böylece Allah sürekli doyumsuz İbrahim§e HalilürRahman=Rahman dostu olarak aradığı tüm doyumu bir çırpıda verdi ve birinci dereceden “MÜTTEKİ” kıldı.
 
Böylesine üstün bir akıl sahibi (elçiliği bile meçhulken) İbrahim§ arada hiçbir vahy olmaksızın, hem de kırklamış yaşlarda değil, 14 yaşında, üstelik görevi-misyonu olmadığı halde sırf aklen tahkik ederek, usavurmayla, spontane olarak saplantısı olan Allah’ı bulması gerçekten akıl almaz bir fenomendir.
 
Siz Allah’ın dostuysanız velilik ile yetinirsiniz.
Ama Allah sizi dost edindiyse adınız
“HalilürRahman ve Halilullah”dır.
Bu müstesna, çok özel dostluk sadece İbrahim§e verilmiştir.
 
Gerçekten Yaratıcı ile yaratık ahbaplığı o hâle ulaşmıştır ki, Allah, İbrahim§in her duasını, her dileğini kabul etmiştir. Hatta uzun süre bekâr kalarak, yüz yaşına doğru çifte evlilik yapan İbrahim§in duasının bile kabul edildiğini İbrahim-39. âyetten
anlayabiliyoruz:
 
“Yaşlı halimde bile bana İsmail ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun. Kuşkusuz Rabbim duaları işitendir.”
 
“Dalya” dediği yaşta “Eğer Hacer’den de bir çocuğum doğarsa sana kurban edeceğim” gibi olumsuz bir dileği bile Allah kabullenmiş ve İsmail§i vermişti.

İbrahim’in “Allah’ın biricik dostu” olmayı hak edip etmediğini
kendi üzerimizde test edelim:
 
Bir bebek düşünün ki ıssız bir adaya bırakılıyor. Hiç bir kimse onu eğitmiyor, ya da hiç bir telkinde bulunulmuyor. O bebek ben ya da sizlerden biri olabilirdik.
 
Bebek, ıssız adada akil ve ergin olduktan itibaren bir ömürboyu hatta bin ömürboyu düşünse acaba İbrahim§ gibi Allah’ını bulabilir miydi?
 
İbrahim akıl yoluyla 4 bin yıl önce Allah’ını bulan ilk İnsan!
 
Kaldı ki ondan 4 bin yıl sonra bilgi ve iletişim çağının tüm konforuna, en modern olanaklarına ve refah nimetlerine rağmen, üstelik tüm göksel kitaplar elimizin altında olmasına rağmen, bu akıl çağında bile hâlâ ateist kalabiliyoruz.
 
Ya da atalarımızın papağanı olarak dar din kalıpları içinde dindarlığı yobazlık olarak benimsiyoruz, Haniflik olarak değil!
 
İşte HANİF bütün rağmenlere rağmen,
Allah’ı kendi çabasıyla ve kutsal uğraşıyla bulan,
bu uğurda babası dahil tüm atalarını protesto eden,
hatta Allah varlığından mutmain olmadığı sürece
Allah’ın kendisini bile sorguya çeken
bilimsel bir ekolün adıdır.
 
Bir kere akli iknaya ulaştınız mı,
mütteki olup O’na bağlanır,
sözün özü Hanif olursunuz.
 
Allah da Hanif olana bağlanır ve ayrıcalıklı imtiyazlar tanır.
 
Örneğin İbrahim-İdris-İsa Resuller olmasaydı,
insanlık Sağ=Cennet ve Sol=Cehennem diye iki sınıf olacaktı.
 
Ancak
biri “Rahmet”i
biri “İlm”i
biri Kutsal Ruh’u temsil eden
bu üç kulu gibi ayrıcalıkları olacaklara
“Üç sınıf” kuralını getirmiştir.

İbrahim-İdris-İsa gibi üçü de İ(elif) harfli üçler olmasaydı,
gerçekten Cennet-Cehennem diye 2 sınıf olacaktık.
 
İbrahim§ “Rahmet”i,
İdris§ “İlm”i ve
İsa§ “Allah sözünü”(Kelamullah) temsil ettiğinden
üçü için “Üç sınıf” kuralı getirilmiştir.
 
Bu üçüncü sınıf sabıkun;
Cennetleri de Mukarrebun
(Kendileri yaklaşmışlar ve yaklaştırılmışlar, Yakın ve yakînler)
adını almaktadır.
 
Bunların en başına Yaratıcımız
İbrahim§ adlı arkadaşını koymuştur.
İdris§ ve İsa§ ile “ÜÇLER” meclisini oluşturmaktadırlar..
 
Sabıkun’daki Makam-ı İbrahim
Allah’a en yakın doruktur.
 
Üçüncü ELİT sınıf
Mukarrebun bildiğimiz Cennet’in üzerinde yer almaktadır ve
Allah Cemalinin görüleceği yerdir...

ALLAH ahbabı İbrahim’in tüm dualarını, önerilerini peşin olarak kabul etmiş ve benimsemiştir. Örneğin, o günden sonra gelecek tüm dinlerin tümünün adını MÜSLÜMANLIK ya da İSLAM olarak koyan İbrahim§dir:
 
“Babanız İbrahim’in Hanif dininden olun. Resulümün size tanık olması, sizin de insanlara tanıklığınız için (İbrahim, kendinden sonraki Musevilik ve Hristiyanlık gibi) daha önceki dinlerde, şimdi bu dinde (İslam’da) size “Müslümanlar” adını verdi. Öyleyse namazı kılın zekatı verin ve Allah’ın ipine tutunun. O dostunuzdur.”
 
Yukarıdaki Hacc-78
 
“Babanız İbrahim’in Hanif dini”ni emredip
bize “Müslümanlar” adını verdiğini teyid ediyor.
 
İbrahim§
hem İSLAM adının
hem biz Haniflerin
hem âyetlerde geçen
“İbrahim Milletinin” babasıdır.
 
Oysa İbrahim§ öncesi dinler “Sabii” adını alırdı.
Çünkü İlk insan-ilk Resul olan Âdem§,
direkt 33 yaş görünümünde yaratıldığından,
biz gibi çocukluğunu hiç yaşamamıştır ama
950 yıllık ömrünce hep “Çocuk=Sabii-Sübyan” saflığında kalmış,
“Safiyullah” lakabını almıştır.
 
Dolayısıyla Âdem§e indirilen
“Safiyet, sabiilik” adlı İslamiyettir.
 
Sabii / Sabiye ya da Sabihi ismi altındaki kitabi din,
Musa§dan bin yıl önce İdris§e
(Enuh ya da Enok, Antik Mısır adıyla Aten ya da Aton) indirilmiş,
daha sonra “Yıldızname” dinine çevrilmiştir..
 
İbrahim§ köken itibariyle Brahmi idi. Resul olduktan sonra İdris§in getirdiği “Sabii”lik üzerine devam etti. Ancak köklü kavram kargaşaları olduğu için İbrahim§, Hanif dini biçimlendirmeye önce Sabii’lik yerine SLAM kelimesini önerip yeni dininin temelini atmaya başladı.

SELAM=BARIŞ DİNİ BÖYLECE BAŞLADI,,,

ALLAH bu öneriyi hemen kabul etti ve o günden sonra tüm dinlerin adı İslamiyet oldu. İbrahim§in adını koyduğu SLAM günümüzde İslam biçiminde ve mensupları da Müslim olarak belirlenmiştir. (Müsliman sonunda ‘an” Farsça-Kürtçe çoğul ekidir.)
 
İbrahim§ dönemi Mezopotamya yöresinde (Elam Sümercesini saymazsak) egemen dil, Babilonya (Babil), Asuri (Süryani) Kalde (Geldani) Akkad (Nineva’ca) Nebati (Nıbti) lehçelerinin yer aldığı Samice diliydi.
 
Çünkü bir kaç-on kuşak önce Nuh§un oğlu Sam, babası tarafından bu
yöreye gönderilmişti. Öte yandan, İbrahim§ doğal olarak kendi soyundan gelecek olan Beni İsmail’in dili Arapça gramer de oluşmuş değildi.
 
Sanskrit kökenli İbrahim§ o dilde barış anlamındaki SLAM sözcüğünü günümüzdeki haliyle İslam’ı dinine ad olarak seçmiştir.
 
İslam mensubu Müslümana ise o çağ dilinde SALMONİ (Süleyman / Salomon / Salmon / Selim ve Salim adları bu köktendir.) yani, SELÂM denmekteydi.
 
Anlamı Barış, esenlik, Selâmet, Allah’a teslimiyet ve Selâmlaşmak’tır. En güzeli de BARIŞ demektir. Bu önerme de kendi soyundan olan Beni İsmail ve Beni İsrail dillerinde S-L-M kök-harfleriyle Tevrat, Zebur, İncil ve Arapça Kur’an içinde yer aldı.
 
Antik Sami dillerinde Barış=Sulh olup, Sanskritçe etimolojisinde barış-güvence anlamındaki SLAM önermesi benimsenmiştir. (Salaam, Salut, Shalom)

HEM dinin adı hem de görgü kuralları açısından selâmlaşmak (Barış güvencesi vermek) olan SELÂM Vakıa-25-26’da Sabıkun ehlinin birbirine “Selâmına Selâm” demeleriyle tescil edilmiştir.
 
Dikkat edilirse “Cennet ehlinden” değil, onların üstündeki Sabıkun-Mukarrebun ehlinden söz ediyoruz ki, bu Vakıa/10-26. âyetler arasındaki ELİT kimselerin Sabıkun’udur:
 
“Orada(Sabıkunda) ne boş bir laf işitirler, ne de görgü dışı bir söz!”
“Tek işittikleri söz yalnızca SELAMINA SELAM’dır.”
 
Hemen bunun ardından gelen 27nci âyet ise Sabıkun’dan, bir alttaki “CENNET” ehlini anlatmaktadır. Cennet ehli, herhalde dünyasal ağız alışkanlıklarıyla o abartılı klişe ve zamanı mahveden ağdalı selamlarını talim edecekler:
 
-“Esselâmü âleyküm ve Rahmetullahi ve Berakâtullahi”
-“Ve aleyküm selam Ya Haci!”
-“Merhaba mirim! Merhaba Ya âyni”
-“Merhaba üstaz! Merhaba Ya habibi”
-“Nasılsınız İnşaallah, kerimeniz, mahdumllarınız sıhhat ve kemali afiyetteler mi?”
-“Elhamdülillah, keyfimiz aliyyül ala, zattı allerinizin kerimeleri, mahdum, mahdume ve cariyeler de inşaallah nasıllar?“
-“Âliyyül âlâ! Maile memluklarınız zatı şaahanenize duacılar, ellerinizden bûs ederler.”
 
Bu konuşma uzar gider. Şol Cennetin ol âdemlerinin öğlen paydosu, benim de sayfam bittiğinden ve daha 40 kişiyle böyle selamlaşacağınızdan boşboğazlıktan alıkoymayayım.
 
Bunun içindir ki Allah, bu “boşboğazlık” yerine,
Sabıkun’dakilere “Selâm’ına Selâm” dedirtiyor.
 
Çünkü karşılıklı iki selam yukarıdaki konuşmaların tümünün yerine geçiyor. Dostu İbrahim§’in her dileği gibi selam verme dileğini de kabul etmiştir. Selâm, Tevrat’ta Şalom, İncil’de Salut biçimindedir ki, bu ipucu bile Musevi ve Hristiyanların “Selâm-İslam” kökenli hatta isimlerinin Süleyman kelimesinde olduğu gibi SLAM ve SELÂM türevinden geldiğinin göstergesidir.

ALLAH dostu İbrahim§’in her dileği gibi selam verme dileğini de kabul etmiştir. Böylece selametli, selamlı, barışçıl adı olan Hanif SLAM dinine kavuşuldu.
 
Daha sonra İbrahim§ “Tevhid” yani birleme şehadetini Slam dininin giriş vizesi, biricik anahtarı, Cennet pasaportu sayarak benimsedi.
 
Böylece “La ilahe illallah” o günden sonra dilimizde-dinimizde yer aldı.
 
İbrahim§in kelimei tevhidini bugün ve kıyamete kadar aynen, orijinal imlasıyla kullanmaktayız. Kıyametten sonra da...
 
ALLAH ahbabı İbrahim§in tüm dualarını, önerilerini kabul etmekteydi. Hanif dini aynı zamanda Tevhid=birleme dini olduğundan, Allah “La ilahe illallah” tevhidi önerisini derhal, Cennet’in kapısına diledi.
 
Hangi kulu bu DİGİTAL tevhidi söylerse
Cennet’e giriş anahtarı verdi.
 
Allah Rahmetinde olmak için
“La ilahe illallah”
demekten başka hiç bir çıkar yol yok.
 
Allah’ı ikileyenler, üçleyenler ve binleyen ortakçılar yanında
Allah’ı “Sıfırlayıp” reddeden ateistlere koskoca bir sıfır kaldı!
 
Kâfir, Allah’ı yok sayıp, sıfırlayan,
Hanif Allah’ı birleyen,
müşrik Allah’ı çoğaltanlardır.
 
Üçleyen, (Örneğin Baba-oğul-Kutsal ruh teslisi ile üçleyen hristiyanlık) hatta binleyenler (Binlerce tanrıdan bir teki Yahowa’dır) Allah’a ortak koşan müşriklerdir.
 
Gelelim biz Müslümanlara:
“La ilahe illallah” dedik mi cebimizde Cennet tapusu varmış gibi ağlanacak halimize seviniyor, “Ehli Kitab Müşrikler” hitabının muhatabını Musevi ve hristiyanlar sanarak, Cennet ile müjdelenmiş gibi pişkinlikle sırıtıyoruz.

Ehli kitab kavramının “Müslümanlar”ı da kapsadığını bir anlasaydık, cebimizdekinin Cennet tapusu mu yoksa Cehennem tapusu mu olduğunu bir anlardık ki, çığlıklarımızı Zebaniler duyardı.
 
Öyle ya bize de kitap verilmedi mi?
Biz ehli Kitab değil miyiz?
 
Âyetlere bakıyorum, yarısı biz müslümanlara Cehennemi müjdeliyor.

“Onlar için oruç kendilerini aç bırakmaktır.“
“Vay onların kıldığı namaza, namaz kıldıkça daha azarlar! “
Her Hacc kabul edilseydi Cehenneme gerek yoktu!
Siz de diğer ehli kitab gibi üçlemeyin!
”Neredeyse gökler tepelerinden çatlayacak”
ve daha neler neler, hep bize şamar!
 
Doğrudan müslümana yönelik bu sureler ve özetlediğim âyetler doğrudan MÜSLÜMAN’ın içler acısı halidir, hiç bir hristiyan ve museviyi bağlamıyor.
 
Çünkü Maun suresi namazdan nasıl gafil olduğumuzu anlatıyor. Diğer dinlerde namaz olmadığına göre...
 
Konuya girerken “Sırıtmayalım” pişkinliğe yatmayalım dedim!
Sonra da ekledim “Biz de ehli kitabız, bize de kitap verildi! “
O halde ilahi ikazlardan müstağni değiliz.
 
Suçu, Allah’a şeytanı ortak koşan (Mecusilerin Hürmüz ve Ehrimeni örneği) ikileyen Müslüman-mezheb Dürzilere de atamayız. Müfrit rafizilikte “Allah, amcasınınoğlu Muhammed’i resul olarak indirip, kendini Âli suretinde sakladı” diyenlere de suçu atamayız! Zaten bunlar mezheb değil ayrı bir din!
 
Ayette kastedilenler
doğrudan kendilerini
Sünni ve Şii ya da
Yezidi-Alevi diye
bölenlerin ta kendileri...
 
Biz bölmüyor, birleştiriyoruz!

Hangi mezhepten olursak olalım, ama samimi olalım, özleştirimizi yapalım!
Her halukârda Allah’ı namazda şöyle bir usulen anıp, asıl sadede geliyoruz. Bir mezheb Resul rızası ve şefaati için milyonlarca Selavat getirirken, diğer mezheb ise şefaati amca-oğlu Âli’den umarak, kan revan içinde kendini zincirle dövüyor.
 
İkisine de soruyorum,
YARATAN Allah’ı bu taptığınız YARATIK kullar kadar andınız mı,
kendinizi Allah uğruna bir iğne ucuyla yaraladınız mı?
Yoksa Çeçenya’da parçaladınız mı?
 
Açıkçası tanrılar çiftleniyor
Allah ikinci sıraya indiriliyor..
 
Bundan beteri de Allah’ı üçüncü sıraya koymaktır ki,
“Üçlemeyin” uyarısı asıl bu anlamı yüklenmiştir.
 
Allah’ı namaz içinde bırakıp, ezan öncesi ve sonrası selavat ve fatihalarla Resulullah§ı da şöyle savdıktan(!) sonra, sabahlara kadar “Şeyhoca” efendi hazretlerine esirce tapınmak için cemaatlerine koşturanlar!
 
Herkes ilk sıraya koyduğu tanrısını belirlemiştir.
İlk sıradaki tanrı şeyHoca efendi,
İkinci sıradaki Resulullah ve
en altta ise Allah!..
 
Hani, “Canım yabancımız değil, şu bizim Allah!” laubaliliğine alışkın dilimiz
Allah saygısızlığına öyle yatkın ki,
Allah, “Oyun havası” narası ya da “Bela okumak” için edilgen ihtiyaç,
“Vallah-Billah” yalan yeminimizin istismarı,
“fellahın ettiği galiz küfürün” hedefidir.
 
Hatta Allah’ın Esmaül Hüsna’sı zikir halkası meczubluğunun “Show” malzemesidir. O ne zıplatan meczubluk, o ne irkilten cezbe, o ne gürültülü sallabaş zikir halkası!..

DİN konusunda kimsenin tuzu kuru, sırtı pek değil! Tuz bile kokar, mezar soğuğunda sırtınız üşeyebilir, kefenin cebi delik olduğundan Sarmusaklı-darçınlı mercümek çorbası bile içemezsiniz! Cehennemde buzdolabı yok, her an çorba yanığa kaçabilir!
 
Ben espri yapıyorum ama bazıları da kara mizah!..
 
“Allah, Allah bu nasıl sevmek” diye oyun havası oynayanlara o an eskaza eğer Allah elçisinden söz ederseniz, hemen sağ ellerini kalpleri üzerine Masonik Selâmı vermek üzere götürüp, “Selavat” getirirler!
 
Hiç o işgüzarlığa, o inanılmaz abartıya dikkat edip şaştığınız olmadı mı? Selavat Allah emridir ama, bunu sessizce, içlerinden yapacaklarına “Zikir halkası” salla-baş Show’una çevirip bunu bir marifet ya da iman gösterisine dönüştürürler.
 
Onlara sorunuz, sizin tanrınız, “Çıtmak” şakırdatıp oynadığınız “Allah Allah” oyun havası mı, yoksa havaya zıplayıp selavat getirdiğiniz Resulullah mı?
 
Onlara, “Niçin tanrınızı ikilediniz? Hangisi sizin tanrınız, zilleri takıp, oynadığınız mı, yoksa saygı showu gereği ayağa zıplayıp, selavat tiyatrosu yaptığınız mı?“ diye sorun.
 
Beterin beteri var, çünkü üçleyecekler!
O kişiler Mürşidi Kâmil şeyHoca efendi hazretlerini, Hoca efendilerini TV ekranında şöyle bir gözucuyla görürlerse ev mezar sessizliğine büründürülür! Yanlışlıkla bir mecliste görseler secde halinde yere kapaklanıp, el-etek öperler, sonra evcil hayvanlar misali sahiplerinin dizinin dibinde oturakalırlar! Bu saygı değil yalakalık, yaptıkları da şeytani bir mezhebin ayini!..

Kelimei tevhidi ve şehadeti kuru kuruya getirenlere sormayın izleyin lütfen!
 
Onların saygımsama sırasına bakıp, üçledikleri tanrılarını yukarıdan aşağı sıralayabilirsiniz ve sonra sorabilirsiniz:
 
“Hangisi sizin taptığınız? Hangisi sizin kitabınız?”
 
Arkeolojik antik eser, 7 kat muşambaya sarılmış muska gibi açılıp okunmasın diye duvara asıp idam ettikleri Kur’an mı?
Hani hiç anlamadan yüz kez hatmettikleri Kur’an...
Haydi canım! Kim anlar Kur’an’ı?
 
Varsa hadisler, yoksa hadisler!
 
Sanki okuyup, sünnet diye uyguladıkça şefaatlere gark olacak, elçimiz gibi Allah’ı da kandıracağız! Buyrun, Kütübi Sitte’den sahih hadis: (Hadisi yapmak Sünnettir, sünnet şefaattir. Cennete girmeye nedendir) Hadis şöyle:
 
“Kim bir kertenkele öldürürse 7 veya 10 büyük günahı silinir, yerine 7-10 büyük sevab yazılır...” (Resulullah ne ister, zavallı kertenkelelerden?)
 
O zaman kertenkele çiftlikleri kurup, kuluçka makinesinden hızla üreterek, mesela mü’min başına her ay bin tane kurban(!)edelim! Elbette zenginler tamamen günahsız olur, hatta kertenkele çiftliği kurmaya kalkabilir.
 
Kur’an duvarda asılı,
Hadisler gazete ilavesinde basılı...
 
Sabahlara kadar “Külliyat” okuyanların kitabı artık belli!
En çok okuduğunuz, sizin kutsal kitabınızdır.
En çok andığınız sizin tanrınızdır.
 
İşte böyle bir keşmekeş içinde dilimiz “La ilahe illallah” desin, kalbimiz ise üç tanrıya tapınsın, sonra da vahdaniyetten, ehadiyetten, Allah’ı birlemekten söz edelim!

Bazı eylemlerimiz gerçekte mürailiği aşıyor, mürtedliğe ulaşıyor. Ama biz bunların ilkine takıyye ikincisine tedbir adını vermişiz!
 
İslam papalarının kendi papağanlarının günah kirlerini (Hamamda keseler gibi) çıkarıp, Cennet tapusu satmalarına karşı İbrahim§ dini putperest müşrikler için “Sizin Tanriniz en çok ADINI anıp, kullandiğiniz kişi ya da nesnedir” der!..
 
Allah’ı salat (Namaz da diyorlar) içinde şöyle bir anıp, elçisine postu kurtarmak için şefaat yalakalığı yapan ve asıl tanrısı olan kişi ve külliyatlara, mektubatlara yönelenler kim olursa olsunlar, Allah’ın ipine değil kul ipine tutunmuşlardır.
 
Kul ipi ise Cehenneme kadar uzanan bir tuzaktır.
 
Allah her Namazı, Orucu, Zekâtı, Haccı kabul etmediği gibi,
her Kelimei Şehadet ve tevhidi de kabul etmez.
 
Çünkü en temel ibadet söylenmesi en zor olan “La ilahe illallah”dır, böyle biline!
 
Dünyada 6 milyar insan var ve bu en basit ibadet olduğu halde gerek söylenmesi, gerekse uygulaması çok zor hatta imkânsız bir ibadet! Tevekkeli İbrahim§ bu kadar kendini bir TEVHİD için helak etmedi.
 
Biz ehli kitabız, Kur’an’ımız da diğer göksel/semavi kitaplar gibi Allah katından, ana kitap Levhi Mahfuz’dan indirilmiştir. Biz de her ehli kitab gibi tanrılarımızı bir rakamı hariç, ikiler, üçler ve vites değiştiririz. Biz şaşarız, zira beşeriz! Kendimiz gibi insana taparız, İbrahim§in Allah’ına ne gerek var? Hazır oyunhavası ve askerlik arkadaşımız, bela-küfür için kullandığımız bir Allah’ımız var ya, o bize yeter. Öteki TANRI yerinde kalsın!

Hans Von AIBERG
 

No comments:

Post a Comment